Gerek Kur’an’da ve gerekse Peygamberimizin sözlerinde İslam dininin fıtrat dini olduğuna dair bizlere bilgiler verilir.
“O halde sen yüzünü bir muvahhid olarak, dine, Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtratına çevir. Allah’ın yaratmasında değişiklik yoktur”(Rum,30)
Burada şu anlam açıkça ortaya çıkıyor: Tevhidi esas alan bir dine yüzümüzü dönersek aslında yaratılışımıza uygun olan dine dönmüş oluruz. Yani Allah’ı birlemek(Tevhid) ile fıtrat arasında aykırılık değil tam bir tetabuk yani uygunluk vardır.
Doğu Azerbaycanlı âlim Muhammed Müctehid Şebusteri
“insanda mutlak bilinmeyeni bilme yönünde herhangi bir istek ortaya çıkamaz” der(Hermenötik Kur’an ve Sünnet. Mana yay.Sy:31) Yani hiçbir bilim adamı, düşünür,müfessir yahut filozof yoktan hareketle diyeceklerini söyleyemez. Muhakkak kendisinden önce gelen bilgileri genel malumat olarak alır ve cehdi ile bilgisini geliştirir. Bilgi bir ilişki neticesidir. Malumatı olmayan bir hususta daha fazla bilgi edinme ihtiyacı zaten işin başında hissedilmez. Bir şey hakkında ancak bir malumat olması şartıyla daha fazla bilgi edinme ihtiyacı hissedilir.
Peki, bu bağlamda Tanrı hakkında nasıl malumat sahibi olunmuştur?
Hadi bizler ailemizden aldık diyelim, ya atalarımız onların atalarının atası?
Şimşek çaktı, yıldırım düştü korktu ve tanrı inancı doğdu, şeklindeki kolaycı yaklaşımların bu sorunu çözmeyeceği aşikâr. Neden düşen şimşekten korkan insan, tanrı mefhumuna ulaşsın ki? İçinde peşinen verilmiş bir tanrı bilgisi yoksa tanrı mefhumu onun için ‘mutlak bilinmez’ bir kavram ise, o insan şimşekten tanrıya ne sebeple ulaşsın ki? Ulaşıyorsa demek ki onda, zaten peşinen verilmiş bir bilgi var demektir. Yaşadığı tecrübe ile içindeki bilginin dışarıda somutlaştığını sanıp, tanrıyı bulduğu zehabına kapılmaktadır.
Bu konuda şu ayet son derece açıklayıcı mahiyette:
“Hani Rabbin Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da ‘Evet şahit olduk( ki Rabbimizsin) demişlerdi.”(A’râf 172)
Demek ki bizim fıtratımıza işleyecek ve bizi bilgi sahibi kılacak şekilde ezelde Âlemlerin Rabbi ile yapmış olduğumuz bir sözleşme var. Bizler O’nu tasdik ediyor ve sen bizim Rabbimizsin diyoruz.
İşte bu fıtri bir sözleşmedir. Dolayısıyla fıtri bir iman...
Yine Şebusteri’ye müracaat edelim:
“Mutlak olarak bilinmeyen bir şey hakkında herhangi bir soru sorabilmek mümkün değildir. Dolayısıyla insan bilgisinin başlangıç noktasını soru sormak değil, bu soru hakkında sahip olunması gereken önsel bilgi oluşturmaktadır”(Sy:36)
Tanrı hakkında soru sormakta bundan müstesna değildir. İnsanoğlu
tanrı hakkında soru sormuşsa, konu hakkında önceden bir bilgi ile mücehhez olarak gönderilmesi sebebiyledir.
Yoksa aksine bir durumda Tanrı hakkında soru sormasını beklemek mümkün olmadığı gibi Tanrı tarafından sorumlu tutulması da abes olurdu. Tanrı onu yeryüzüne arayan ve soran bir varlık olarak göndermiş ki, O’na kulluk edebilsin.
Arayıp sorması içinde içine Allah hakkında bilgi verilmiş ve öylece imtihan –özgürlük-alanına sürülmüştür.
Peki, bu nasıl olmaktadır da İslam dininin Fıtrat dini olduğuna delalet eder?
Önce fıtrat nedir? Fatr kökünden gelir, yarmak, açmak demektir. Fıtrat o yarılma ve açılma halinin zuhur etmesi, kendisini görülür kılması, özünü ortaya koyması demektir. Kısacası yaratılma, yaratılmasının asli hali. Yani insanın hilkat-ı asliyesi.
İşte ‘İslam’ ile bu’ hilkat-i asliye’ arasında bir ilişki var. Birbirine uygunlar ki örtüşüyorlar. Ayette geçen
“muvahhid olarak dine, Allah’ın insanları üzerine yarattığı fıtratına çevir” denirken kastedilende budur. Allah insanları kendisine kulluk etsinler diye yaratmıştır. Daha da önemlisi insan fıtratı ancak kulluk ile mutmain olabilecektir.
Yani insanların asli halleri kul olmalarıdır. Bu sebeple muhakkak kulluk yaparlar. Bu onların fıtratları gereğidir.
İkincisi ise Allah’ın bir olduğu bilgisi insanların kalbine nakşedilmiştir.
Fakat insanlar asla önceden kurulmuş bir robot değillerdir.