Büyük liderler yahut büyük ülkeler, her gelişmeyi kontrol altına almayı beceren aktörler demek değildir. Onların büyüklüğü, yaşanan gelişmeleri veri olarak kabul edip, üzerine lehlerine olan politikaları gütmeleridir. Hayatı tamamıyla kontrol altına almak kimsenin haddi olmasa gerektir, zira.
            Mesela İngiltere: Başta Hindistan olmak üzere sömürgelerinde pek çok Müslüman’ı bünyesinde barındıran bu ülke ve yanında Fransa, Hilafet Makamından son derece şikâyetçiydi. Amaçları bu kurumu kaldırmaktı; şayet kalkmayacak olursa bile kendi çıkarları doğrultusunda bir Halifeliği planlamışlardı. Bu nedenle “Hilafet Kureş’tendir” gibi o günün konjonktürüne göre söylenmiş bir hadisi kullanarak, Hilafet ile Osmanlıyı ayırmayı istediler. Bunun için, kukla Araplar bulup onları çıkarları doğrultusunda kullandılar.
            Asıl amaçlarına Lozan anlaşması(Batılılar bu anlaşmanın ismini Yakın Şark İşleri Konferansı olarak isimlendirir. Enteresan değil mi ?) sonunda ulaşarak hilafetin ilgasını temin ettiler.
            Birileri Irak bölünüyor diye endişe ediyor. Bana ne! Bölünürse bölünsün. Eskiden Irak gibi, Suriye gibi yahut Ürdün, Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi devletler mi vardı?
            Bunların hepside birinci dünya savaşı sonucu ortaya çıkan yeni bitme devletler değil mi? İngiltere ile Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Coğrafyasının bölüşülmesine dair Sykes-Picot anlaşmasının doğurduğu veledi zinalar değil mi?
            Bugüne kadar hangi sınır değişmemiş bir kutsaldır ki Irak sınırlarının tasasını çekelim.
            IŞİD denen yani harici gruba gelince. Bunlar öldürürler, istila ederler yakar yıkarlar. Hz. Ali gibi bir şahsiyeti dahi öldürebilen kaba-saba zihniyetin hortlamış modern versiyonu olan bu güruhu tasvip etmek mümkün değil.
Lakin bir gerçeği atlamadan: Bu hareketin ortaya çıkmasında Batı’nın döktüğü kan, oynadığı entrika, araya soktuğu fitne, akıttığı gözyaşlarının hiç mi etkisi yok.
Rüzgâr ekti. Fırtına biçiyor... Aman ha! Batı şimdi bu fırtınadan nasıl nemalanırım telaşında.  Yaşananları çıkarları doğrultusunda kullanma gayretinde... Bizler de Irak sınırlarının!
Musul Osmanlı toprağıydı. İngilizler oradan istifade edebilmek için çok kan döktü. Müslüman Kürtler destanımsı direnişlerde bulundular. İngilizler üzerlerinden uçaklarla bomba attı, fakat sindiremedi. Ulusçuluk zehrini yaymayı denedi inandıramadı.
Lozan’da Musul oldukça çetin tartışma konusu oldu. Bakıldı ki olmuyor iş Milletler Meclisine havale edildi. Milletler meclisi hepside Avrupalı bir komisyon kurdu ve rapor düzenledi. Buna göre Musul Irak’a verilecek ve İngiliz mandası altında kalacaktı. Daha sonra Türkiye, Irak ve İngiltere arasında imzalanan Ankara anlaşması ile bu rapor kabul edildi.
Her ne kadar Türkiye’ye Musul Petrolünden hisse verilmiş ve bir müddet hissemize düşen petrol alınmışsa da bu kısa bir süre sonra Türkiye tarafından takip edilmeyerek rafa kaldırıldı.
Dağıttığımız sözü toplamak istersek. Olayların üstüne korkarak gitmenin bir anlamı yok. Her hal ve vaziyette en etkili siyaset ve yöntemi uygulayarak ülkemizin menfaatlerini gözetmektir asıl olan.
Fakat asla ahlaksızca değil, yoksa İngilizlerle aramızda bir fark kalmaz.
İkinci olarak da asırlardır bu toprakların kültürünü oluşturan İslam’ı ve ilkelerini dikkate alarak.
Bu meyanda asla ve asla bu coğrafyayı bir mezhep savaşı alanına döndürmemek; aksi halde topraklarımızı kendimize cehennem Batı’lılara meze yaparız, vesselam!
Dikkatli bakılacak olursa, zaman Kürtlerin ve Türklerin yararına işliyor. Şayet ülkemizdeki açılım başarıya ulaşır ve bu iki toplum el ele vererek zamanın verilerini işlerlerse,  ümmetin geleceğini inşa etmiş olurlar.
Sınırlar değişiyormuş! Olayı lehimize çevirmek ve büyümek imkânı varken korkmanın anlamı ne?
İnanın bu İngiliz-Fransız icadı sınırlar ne kutsal ne adil ve nede gerçekçi. Ayrıca onları savunmak üzerimize vazifede değil. Madem değişiyorlar, bizler ne yapıyor ve düşünüyoruz, ona bakalım.
Dövünmenin ne sırası ve nede faydası var, ayrıca...