Ebedi istirahatgâhı Gülcü Kabristanlığı: Tarih Araştırmacısı- Yazar Ömer Uyar, 1915 yılında Hakk'a yürüyen Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin mezar taşını işte böyle fotoğrafladı.

İki ''Mecidiye Nişanı'' ile tevcih edilen Dehâ:

Müftüzade Gülcü İsmail Efendi

Kızanlık Vadisi'nden (Bulgaristan) bastonun içerisinde Rosa Damescana (Yağ Gülü) getirdi. Isparta toprakları ile buluşturdu. Kokulu güllerden yağ çıkardı, ihracatın kapılarını açtı. Devlet iki kez Mecidiye Nişanı (Askerlik ve Kahramanlık Madalyası) tevcih etti. O, yüzyılları aşan bir Dehâ: Müftüzade Gülcü İsmail Efendi.

-Medrese tahsili gördü, Enderun'da ''Şehzadelerin Öğretmeni'' idi

Tarih Araştırmacısı- Yazar Ömer Uyar Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin Medrese eğitimi aldığını söyledi. Enderun'da uzun yıllar görev yaptığını anlatan Uyar, ''müteşebbis bir insandı. Kızanlık Vadisi'nden bastonunun içerisinde gül çiçeği getirdi. Bugünkü gül ensdüstrisinin temellerini attı'' dedi.

-Emeği geçen herkesin aziz hatıralarına ithaf ediyoruz

İlk kez 1888 yılında toprakla buluşan filizlerin bugün Isparta'nın ekonomisinin, kalkınmasının ana motorlarından biri hâline geldiğini kaydeden Uyar, şöyle diyor: ''Rosa Damescana'nın (Yağ Gülü) bu noktalara gelmesinde ufku ve vizyonu geniş Müftüzade Gülcü İsmail Efendi var. Kendileri elde ettiği gülyağını pazarlamak için Avrupa seyahatlerine çıkmıştır. Bu bilgilere  tarihi kaynaklarda rastlıyoruz.''

- Isparta'yı dönüştüren dehâ: GÖLTAŞ Kültür Yayınları arasından çıktı

Tarih Araştırmacısı- Yazar Ömer Uyar, Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'ye ilişkin en önemli kaynaklardan birinin merhum eğitimci/ kütüphaneci Mahmut Kıyıcı'nın eserleri olduğunu söylüyor.

Zira Mahmut Kıyıcı'nın ''Ispartalı ve Isparta'ya hizmet etmiş büyük adamlar'' başlıklı eserinin 63- 67'nci sayfalarında Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin hayatı anlatılıyor.

GÖLTAŞ Kültür Yayınları tarafından basılan eserde Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin Devlet tarafından ''Askerlik ve Kahramanlık Nişanı'' ile ödüllendirildiği belirtiliyor.

Uyar, Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin Orman, Maaddin ve Ziraat Nazırı'nın teklifi ile kendisine tevcih edilen Mecidiye Nişanı'nı (Askerlik ve Kahramanlık Nişanı) kabul ettiğini; ancak bunun yanı sıra verilen para ödülünü nazik bir şekilde almadığını ifade ediyor.

Uyar, bunun üzerine dönemin Orman, Madenler ve Tarım Bakanlığı'nın para ödülü yerine damıtma aygıtı (imbik ve tamamlayıcı parçalar) hediye edildiğini ifade ediyor.

Bakanlık, ertesi yıl Isparta'ya bir heyet gönderiyor.

Gelen Heyet, Rosa Damescana bahçeleri ve gül yağı çıkarılması sonucu ülkeye sağlanan katma değer nedeniyle Madalya verilmesinin uygun olacağı raporu düzenliyor.

Bunun üzerine Devlet, Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'ye yeniden Madalya tevcih ediyor

-Dışişleri'nde de görev yaptı

Uyar, Müftüzade Gülcü İsmail Efendi'nin Osmanlı İmparatorluğu Dönemi'nde Dışişleri'nde de görev yaptığını anlatıyor.

Uyar, Sınırlı Sorumlu (S.S.) Gül- Gülyağı ve Yağlı Tohumlar Tarım Satış Kooperatifleri Birliği'nin (GÜLBİRLİK) tarihi kayıtlarında ise şu bilgi notu yayınladığını ifade ediyor:

''Gül, 1888 yılında Müftüzade İsmail Efendi tarafından Bulgaristan'ın Kızanlık yöresinden getirilip bugünkü Gülcü Mahallesi'ne dikildiği bilinmektedir. Bu bilgilere göre Isparta’da gül yetiştiriciliği 1888 ve 1889 yıllarında başlamıştır.

Isparta ilinde ilk gül yağının 1892 yılında elde edildiği Hilmi Dilmen, Mithat Gülcü gibi yakın tarihimizi bilenlerce ifade edilmektedir. İlk gül yağı üretimini de iptidai imbiklerde yine Müftüzade İsmail Efendi’nin ürettiği tahmin edilmektedir.

Birinci Dünya Savaşından önce gül tarımının Anadolu’da bir hayli geliştiği, önem sırası ile “Isparta - Burdur - Afyon - Denizli” gibi batı vilayetlerinden başka Konya – Ankara - Sivas - Erzurum” illerinde de yayıldığı ve bu illerde de yetiştirildiği bilinmektedir. Gül tarımı o zamanki hükümetin de teşviki ile Isparta ve çevre halkı tarafından benimsenerek kısa zamanda büyük gelişme göstermiştir. 1912 yılında Ticaret ve Ziraat Nezaretinin gülcülük hakkındaki kitabı gül tarımının gelişmesinde çok faydalı olmuştur. O tarihlerde 6915 dönüm gül bahçesi tesis edildiği resmi kayıtlarda görülmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Türk yağlarının saflığı ve zenginliği itibari ile dünya piyasalarında çok iyi bir isim yapıp arandıklarıda bilinmektedir. Ancak, mütareke yıllarında süratle gelişen Bulgar gül yağları karşısında bu durumunu kaybettiği ve Kurtuluş Savaşı sonlarında gül bahçesi sahalarının %50 azaldığı istatistiklerden anlaşılmaktadır.

1953 yılında Isparta’da Gülbirlik'in kurulması, 1954 yılında İslamköy, 1976 yılında Yakaören, Kılıç, Güneykent ince gül yağı fabrikaları ile Aliköy konkret fabrikasının ilde üretilen tüm gül çiçeğini modern teknolojiye uygun olarak işletmeye başlaması sonunda gül yağları dünya piyasalarında yeniden aranmaya başlanmış, neticede de dikim alanları hızlı bir gelişme göstermiştir. ''

1930ˈlu yıllarda gül hasadı bu şekilde yapılıyordu

Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, 1930ˈlu yıllara tarihlenen bu fotoğrafın merhum Resim öğretmeni Hadi Usˈun arşivinden çıktığını söyledi.

Fotoğrafta gül hasadı yapan çiftçiler görülüyor.

İşte ilk otobüs garajı

Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, Ispartaˈda motorlu taşıtların yaygınlaşması ile birlikte ilk köy ve şehirlerarası garajın şu anki Mimar Sinan Caddesiˈnde yapıldığını söylüyor.

1950'li yıllarda çekilen bu tarihi fotoğraf, eski garaj çıkışı, hâlihazırdaki Halı Sarayı ve Mimar Sinan Caddesi'ni işaretliyor.

Ispartaˈda en yaygın motorlu taşıtların yük taşımacılığında kullanılan kamyonlar olduğunu belirten Uyar, faytonların öneminin ise çok uzun bir dönem devam ettiğini sözlerine ekliyor.

Fotoğraf bilgisi:

- Mimar Sinan Caddesi (Fotoğrafın ortasından geçen ince çizgi)

- Gülyağı Fabrikası ve Otogar (Sol alt köşe)

- Buğday Deposu (Otogarın yanında 2 ayrı bina)

- 6 Mart Atatürk Caddesi (Eski adı Pavyonlar Caddesi) (Sol en alt köşe)

- Hanlar (Karşılıklı bloklar- ortası boş)

- Mimar Sinan Camii

- Üzüm Pazarı

- Hükümet Binası

- Bedesten

- Kaymakkapı Meydanı Mağazalar

- Sıra Mağazalar

- Çarşamba Pazarı Alanı

- Halk Evi ve Halk Sineması (Sağ üst köşe)

- Tenis Kortu (Açık renkli alan)

- Matbaalar Caddesi

- Kunduracılar Sitesi’nin olduğu alan (Bağlık- bahçelik)

- Cumhuriyet Caddesi’nin açılmamış hali (Sağ sütun dikey) (Yeşillikler var en altta)

Hanlar, Halk Evi, Tenis Kortu, yemyeşil bağlar, bulvarlar…

Yıl: 1950

Gökyüzünden Isparta

Isparta’da Otomobil ile TIR Çarpıştı 1 Yaralı Isparta’da Otomobil ile TIR Çarpıştı 1 Yaralı

Bu fotoğraf, 9 Ağustos 1950 tarihinde dört bin feetten çekilmiş.

Tarih Araştırmacısı- Yazar Ömer Uyar, fotoğrafın merhum Zeki Bakal arşivine ait olduğunu söylüyor. Uyar, o dönemde Cumhuriyet Caddesi'nin açılmadığını söylüyor.

Uyar, 6 Mart Atatürk Caddesi'nin adının o dönemde ''Pavyonlar Caddesi'' olduğunu kaydediyor. Bu isim İkinci Cihan Harbi döneminde Isparta'da bulunan sığınmacı Alman, Fransız ve İngiliz askerlerinin kaldıkları mekânlardan dolayı verilmişti.

Uyar, bugün dehi çok fazla yaygın olmayan tenis kortunun 1950'de Isparta'da halkın hizmetinde olduğunu vurguluyor.

Tarihe iz bırakan fotoğrafta bir başka detay da Mimar Sinan Caddesi boyunca uzanan hanlar… Fotoğrafta incelediğiniz üzere, yapıların orta bölümleri boş. Zemin katlar ise ahır olarak kullanılıyordu.

Tarihten bir yaprak:

Yağcı Han

Mimar Sinan Caddesi: 1950ˈli yıllarda Mimar Sinan Caddesiˈnde sıra sıra hanlar diziliydi. Vakıf Han, Kör Mehmet Han, Sezgin Han, Yağcı Han, Mehmet Efendi Hanı bunlardan bir kısmıydı.

Hanların zemin katları ahır olarak değerlendirilirdi. Üst katları ise yaşam alanıydı.

Bu fotoğraf, 1950ˈli yıllarda çekildi: Yağcı Han

Yağcı Hanˈın son sahibi Senirceli Yörük Mehmet Efendi idi.

Yağcı Han, 1950ˈli yılların sonunda yıkılarak yerine (şu an Akbank Isparta Şubesi’nin karşı köşesindeki otelin bulunduğu) bina inşa edildi.

Yıl: 1950

Hükümet Meydanı, Ulu Camii, Isparta Belediye Binası

Isparta Belediyesi 1950ˈli yıllarda Kutlu Bey (Ulu Camii)  yanında hizmet veriyordu.

Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, bu fotoğrafın Hüseyin Delikanlı (Foto Ar) tarafından 1950ˈli yıllarda çekildiğini söylüyor. Uyar, ˈKent Hafızasıˈ bağlamında bu eserin Fotoğraf Koleksiyonuˈnun en güzel parçalarından birisi olduğunu ifade ediyor.

-Fotoğrafta sol açıdan itibaren Belediye Başkanlığı binası (çatısında Türk Bayrağı asılı olan)

 -Isparta Ticaret Odası binası (zemin katında 1956 yılına kadar Türkiye İş Bankası faaliyet gösterdi.)

-İlk inşası 1417 yılında gerçekleştirilen Ulu Camii görülüyor.

-Sağ açıdan bakıldığı an ise Hükümet Konağı yer alıyor.

Hükümet Konağı, 1930ˈlu yıllarda Vali Fevzi Daldal zamanında inşa edilmişti.

Fotoğraf bilgisi:

Foto Rekor Mehmet Özsevim, 1954 yılında Isparta semalarında gösteri uçuşu yapan uçaktan Hükümet Meydanı’nı bu şekilde fotoğraflamıştı.

28 Haziran 1961: Bayram Hatırası

-Oturanlar (soldan sağa doğru)

Çetin Aykaç, Enver Görgeç, Ömer Sağlam (Japon Oyuncak), İsmet Özer, İbrahim Yurdanur

-Ayaktakiler (soldan sağa doğru)

Ünal Dülek, Halil Durak, Zeki Gürel, Remzi Erdemir, Tuncer Yurdanur, Yılmaz Akçil, Galip Gülal, Terzi Hasan

Her zaman belli olur

Kişi arkadaşından.

İyi iyiyi bulur

Kötü kötüyü inan

Ne demiş bilir misin?

Bu konuda eskiler

Sana söyleyeyim kimsin?

Arkadaşını göster.

İyi bir arkadaş seç

İyi bir iş yaparsın.

Kötü arkadaştan er geç

Kötü huylar kaparsın.

Kulak ver bu sözüme

Bu söz seni kurtarır

Bağda üzüm üzüme

Baka baka kararır

                               Anonim eser

Arı duru su için kültür hazinesi: ˈˈŞapşakˈˈ

Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, 1900'lü yıllarda her mahallede ve hatta her sokakta mutlaka bir sebil bulunduğunu söylüyor. Sebillerde el emeği, göz nuru ile ahşaptan imalâtı gerçekleştirilen kaplar (su içeceği) bulunurdu. O kaplara da ''şapşak'' denilirdi.

Su içmek isteyen akan kurnadan bu kaba su doldurur ve içerdi. Temiz bir şekilde de aldığı gibi ''şapşak''ı yerine bırakırdı.

Uyar, ˈˈhiç kimse o su kaplarına zarar vermezdi. Ya da bağından söküp evine, atölyesine götürmezdi. Suyunu içerdi. Daha sonra temizler, hijyenik bir şekilde bir sonraki kişinin arı duru sudan faydalanabilmesi için hazır bir şekilde yerine bırakırdıˈˈ bilgisini paylaşıyor.

Bu fotoğraf 1949 yılı 19 Mayıs'ta Ayazmana çeşmesi başında çekildi. Fotoğrafta banka müdürü Mustafa Kemal Dodurgalı şapşak ile su içerken görülüyor.

Isparta'nın güleç yüzlü insanlarından Abdurrahim Ataşlı

Isparta'nın güzel insanları: Abdurrahim Ataşlı… 1900'lü yıllarda yaşadı. Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, bu eserin Foto Rekor tarafından çekildiğini söyledi.

Şeyh Bekir Efendi oğlu Abdurrahim Ataşlı.

Tarih Araştırmacısı-Yazar Ömer Uyar, Ataşlı'nın manuel matbaada çalıştığını anlatıyor. Ayrıca İstiklâl Mahkemesi Üyesi Hamid Karaosmanoğlu'nun da ''vekil harcı'' olduğunu ifade eden Uyar, ''eski Tabakhane Camii'nde de fahri müezzin ve kayyumluk görevini eda ederdi. Çok sevilirdi. İyi kalpli, temiz yürekli ve güzel bir insandı.

Bu güleç yüzlü fotoğrafın geçen yüzyıldan bugüne kalmasını sağlayan da Foto Rekor'dur'' dedi.

Kazanırken kaybetmek

Kazanma tutkusunun, neyi neye rağmen ve neye bedel olarak kazandığımız sorgulamasının önüne geçtiği, ‘ne olursa olsun kazanmaya’ endeksli yaşamanın ideal sayıldığı bir zamanda, kazanırken aslında neleri kaybettiğimizi bilmek büyük önem taşıyor.

Kazanma tutkusu ve sevinci hemen her zaman neyi neye rağmen ve neye bedel olarak kazandığımız sorgulamasının önüne geçiyor.

Ne de olsa, hâkim değerin başarı olduğu başarının ise madde ile ölçülür hale geldiği bir zeminde idik artık.  Meselâ, bir şirketin başarısı, cirosu, kârlılık oranı vs. ile ölçülüyordu. Ne şekilde kâr ettiği ile değil.  Bir kişinin başarısı ise, ne kadar kazandığıyla, kaç milyarlık arabaya bindiğiyle, kredi kartının harcama limitinin yüksekliğiyle, ya da oturduğu evin piyasa değeri ile ölçülüyordu artık -taşıdığı insanî, kaliteyle, ahlâkî değerle değil.-

Çocukların başarısı ise okulda aldığı notlar ve ülke çapında yapılan sınavlarda aldığı puanlarla ölçülüyordu artık. -Çocuğun feragat, diğergâmlık, yardımseverlik, kendisiyle ve çevresiyle barışık olma gibi insanî değerlerle değil.

Bu ''başarı'' göstergelerinden her birinde ise, mahlûkatın en şereflisi olarak, en güzel kıvamda,  bir âlem olarak ve bir âlem kıymetinde yaratılmış insanı, indirgeyen ve dönüştüren sonuçlar vardı. Ne olursa olsun kazanmanın bedeli, bir kaplandan daha yırtıcı, bir yılandan daha sinsi, bir sırtlandan daha vahşi, ateşten daha yakıcı, depremden daha yıkıcı olmak olabiliyordu çünkü. Ne olursa olsun birinci olmaya şartlanmış bir zihnin, yarıştığı alanı insanî ve ahlâkî açıdan sorgulaması; ne olursa olsun başarının tadını almaya şartlanmış bir nefsin cüzdanla vicdan arası sorgulamalarda vicdanı tercih etmesi; her halükarda kazanmayı kafasına koymuş birinin başkasının zararı pahasına gerçekleşecek bir kazanca sırtını dönmesi mümkün olmuyordu.

Sonuçta insanlar kazanıyor, ama insanlık kaybediyordu işte. İnsanlar başarı kazanıyorlardı ama insanlıklarını kaybediyorlardı. Kazanırken kaybediyor, kazandıkça kaybediyorlardı.

Hepimiz, bu yaman çelişkinin yansımalarını değişik ortamlarda, değişik suretlerde görebilirdik. Çoğumuz çalıştığı işyerinde konumunu giderek yükselen ama yükseldikçe alçalan insanlar görmüştü muhtemelen.

 Elbette her yükselen bunu alçalma pahasına yapıyor değildi; ama hedeflediği bir makama muhakkak ulaşmak için en feci alçalışlara bile gözü kapalı razı olanlar da az değildi. 

 Aynı şekilde giderek ait olduğu piyasanın en güçlüsü haline gelen ama bunu diğerlerinin şu veya bu uygunsuz yollarla ezilmesi, yok edilmesi pahasına başaran firmalara her alanda rastlayabiliyordu insan. 

Kendi malını satmak için başkasının malını kötüleyen, kendi değerini yükseltmek için başkalarını alçaltan, kendi varlığını güçlendirmek için başkalarını yok etmeyi iş edinen, kendi fikrini muteber kılmak için başka fikir erbabına çamur atmaktan çekinmeyen, komşusu nezdinde kendini daha itibarlı kılmak için diğer komşularını lekeleyen… Kısacası hayatın her alanında kazanırken kaybeden, yükselmek istediği için alçalan o kadar insan vardı ki… 

Çocuklarımıza bile bulaştırmıştık bu yaman çelişkiyi. Onlara yardımsever civciv, fedakâr serçe, iyi kalpli ördek masalları okuyor; ama sınıfta, okulda yarışmada, kursta, sınavda birinci olmaya şartlandırıyorduk. İnsanî değerler itibariyle 'bir inci' gibi parlamanın her hâlükârda 'birinci' olmaktan daha değerli olduğunu söylemekten çekiniyorduk çocuklara; böyle dersek, bir inci olsalar bile 'birinci' olmayabileceklerini düşünüp ürküyorduk zira.

Ama bunun karşılığı, birinci olmak uğruna ders notunu arkadaşlarından saklayan, çözümünü bildiği sorunun çözüm yolunu sınıf arkadaşlarına öğretmeyen, ödevde birinci olmasını sağlayacak notları içeren kitaba başkalarının ulaşamaması için onu ödev süresi doluncaya kadar 'ödünç'  alıp evde tutan çocuklar zuhur edebiliyordu!

 Açıkçası, 'birinci' olmaya şartlanan 'bir inci' olamıyor, yükselmeyi tek hedef edinen insaniyeten alçalıyor, ne pahasına olursa olsun kazanmak her hâlükârda kaybetmek anlamına geliyordu.

Tarihçi- Araştırmacı- Yazar Ömer Uyar, Metin Karabaşoğlu'nun ''kazanırken kaybetmek'' başlıklı makalesini paylaştı.

Editör: Özge Çelik