Gerçekten garipti bu. Hiçbir zaman çevremde bu kadar çok mutsuz, bu kadar çok hüzünlü yüzü bir arada görmemiştim; ya da acısını sesiz çığlıklarla haykıran bu yüzlere daha önce hiç bu gözle bakmamıştım. Bu müşahade öylesine sarsıcıydı ki Elsa’ya açmadan edemedim. Ve bir portre ressamının dikkatiyle, Elsa da çevresindeki yüzleri incelemeye koyuldu. Sonra şaşkınlıkla dönüp “haklısın” dedi, “ bir cehennem azabı çekiyorlar sanki… acaba kendileri bunun farkındalar mı”
Farkında olmadıklarını biliyordum, çünkü eğer farkında olsalardı her gün daha fazla refah, daha yeni alet edevat ve belki birbirlerinin üzerinde daha fazla tahakküm gücü elde etmekten başka umutları, “hayat standartlarını” yükseltmek arzusundan başka bir amaçları ve gerçeklerle örülmüş bir inançları olmadan, hayatlarının böylesine boş ,böylesine müphem acılar içinde sürüp gitmesine göz yumamazlardı herhalde…
Eve döndüğümüzde, masanın üzerinde açık duran Kur’an nüshasına gözüm ilişti. Mekanik olarak kitabı kapatıp kaldırmak için elime aldım fakat tam kapamak üzereydim ki açık sayfadaki ayetlere gözüm takıldı; okumaya koyuldum:
Daha çok , daha çok (şeye sahip) olmak hırsına tutuldunuz,
Ta ki, kabirler (iniz)i ziyaret edinceye, (oraya ininceye ) kadar.
Yoo, öyle değil, ileride bileceksiniz!.
Hayır, hiç öyle değil, ilerde bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle,
Andolsun ki cehennemi göreceksiniz.
Andolsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu:
Sonra, andolsun ki, (size verilen) nimetten sorulacaksınız.
Bir an öylece sessiz kaldım. Kitabın elimde titrediğini görüyordum. Sonra onu Elsa’ya uzattım “oku” dedim, “bu gün metroda gördüğümüz tablonun bir yankısı değil mi?”
Bir yankıydı, evet, bir cevaptı: bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, elimde tuttuğum kitap Allah’ın kelamıydı; insanoğluna 13 yüzyıl önce vahyedilmiş olmasına rağmen açıklığından, vüs’atinde hiçbir şey kaybetmeden ancak bugün karmaşık , mekanize, fezalarda cirit atan bir çağın ortasında tezahür eden bir gerçeği haber veriyordu açıkça.
Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve aç gözlülük başka bir çağda bu gün olduğu kadar eşyaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. Daha çok şeye sahip olmak, daha çok şey yapmak, daha çok şey başarmak… bugün dünden daha çok, yarın bugünden daha ilerde. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları; daha yanına varır varmaz çözülüp yok olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedefe… her başarıyı yeni ve daha parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı, daha tüketici bir hiçlik bekliyordu. Ve bu dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire taa mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu ; ama kimse bu amaçsız koşunun farkında değildi ,görmüyor , bilmiyorlardı:(***)
Hayır, öyle değil, ilerde bileceksiniz!
Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle,
Andolsun, Göreceksiniz, Cehennemi…
--------------------------------