“Kitap mezarlığı da mı olurmuş?” demeyin. Oldu, hem de bal gibi oldu. Tek partinin baskıcı döneminde Anadolu toprakları baştanbaşa, kitaplar için mezar olmak bedbahtlığını yaşadı.

            İnsanlar ellerindeki kitaplara kıyamıyorlardı ki yaksınlar, evlerinde bulundurmaktan da korkuyorlardı. E o zaman?  O zaman tek bir yol kalıyordu: gömmek.

            Bozulmasın diye sarıp sarmalayıp, kazdıkları çukurlara gömmek.

            Bunu yaparlarken bilmeden ve istemeden mevcut iktidarın istemi doğrultusunda hareket etmiş oluyorlardı. Zira o dönem, “İslam” ile ilgili kültürün öldürülmek istendiği bir dönemdi. Vatandaş da Kur’an harfleriyle evinde ne varsa korkudan gömüyordu.

            Böylece koruyalım derken, insanlar hâkim iradenin isteğini hayata geçirmiş oluyorlardı; istemeden, bilmeden. Çünkü her gömülen kitap ne kadar sarılırsa sarılsın nemden dolayı bozuluyor ve küfleniyordu.

            Kim bilir ne paha biçilmez elyazması eserler böylece yokluğa gönderiliyordu.

            Bu girişten sonra bir başka konuya girip tekrar konumuza dönelim.

            Kütüphanemizdeki kitapların her birinin ayrı bir hikâyesi, ayrı bir kaderi vardır. Kimisinin kaderi okunmamaktır. İnsan eline alır, okumaya başlar sonra da bir nedenle fırlatır; artık o kitap bir kenarda öylece durmaya mahkûm edilmiştir.

            Geçenlerde böyle kitaplarımdan birisi aklıma geldi; aramalarıma rağmen bulamadım. Anlaşılan benden müşteki olan hanım tarafından, bodruma kaldırılan kitapların içerisinde cezasını çekiyordu.

            Yazarı yanılmıyorsam Arnold Toynbee idi; İngiliz Gizli Servisinin elemanı olan Toynbee “Türkiye” ile ilgili kitabının hemen başlangıcında, beni son derece rahatsız eden bir cümle ile konuya giriyordu. Henüz genç yaşıma rağmen cümleyi okur okumaz ne denli gururumun kırıldığını ve kitabı elimden fırlatıp attığımı daha dün gibi hatırlıyorum.

            Evet, İngiliz yazar bu kitabında belki kelimesi kelimesine değil ama anlam olarak aynen şöyle söylüyordu:

            Yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti devleti Batı medeniyetinin üstünlüğü adına dünya üzerine dikilmiş bir anıt gibidir.

            Fesübhanallah!

            İşte beni çileden çıkaran da bu cümle idi. Yenilmiş bir medeniyetin, yıkılmış bir İmparatorluğun bakiyesi olarak bizler, bin bir emekle bir devlet kuracaktık; gel gör ki bu devlet milletimizin iradesi dışında bir takım şeyleri temsil edecekti. O bir “anıt” olarak görülecekti, ama bizi temsilen değil; yenildiğimiz, kaynaklarımızın yağmalanması için bizleri parçalayan bir başka medeniyetin üstünlüğü için dikilmiş bir anıt!

            Üstelik dünya üzerine dikilmiş bir anı!

            Antiemperyalistlerimizin kulakları çınlasın!

            Tekrar başa dönelim, ülkede öyle bir dönem yaşandı ki geçmiş ile ilgili olan her şey kötü idi. Kamusal hayatta eski ile ilgili görünür bir şeyin kalmasına asla müsaade edilmiyordu. Ezanın Türkçe okunmasından tutunda bir çeşmenin başına yazılan yazıdan, giyilen kılık kıyafete kadar her şey ama her şey devletin o bunaltıcı ve dönüştürücü baskısı altında idi.

            Sadece kamusal alan mı? Hayır! Baskı özel alanlarda da kendisini gösteriyordu. Zira hedef hafızalardı. Hafızalardaki olanların silinmesi ve yerine Batı ile ilgili olan ne varsa kaydedilmesi idi.

             Böylece de medenileşiyorduk, üstelik antiemperyalist, antiemperyalist?!

            Zaman gazetesinin 10 Mayıs tarihli nüshasında yayınlanan bir haberi okuyunca bu konudaki yaram tekrar depreşti. Habere göre Diyarbakır’ın Silvan İlçesinde Badıka bölgesindeki dağlık alanda yer alan bir mağara da saklanan kitaplar bulunmuş. Kitapların içerisinde Kürtçe mevlit ve yine Şafii mezhebine ait ilmihal kitapları yanında onlarca Kur’an da bulunuyormuş.

            Bir insan, kendi dinine ait kutsal kitabını üstelik kendi ülkesinde neden saklamak ihtiyacı duyar ki? O ülkenin jandarması köylere baskın yapıp evlere yani insanların özel alanlarına girip hangi nedenle kutsal kitaplarının hangi harflerle yazıldığını kontrol eder ki?

            Evet, yaşanan bu olaylar şayet bir cinnet değilse nedir o zaman?

            Devam edeceğiz, inşallah