Liberalizmin, totaliterliğin panzehiri değil aksine sebebi olduğunu söylemiş ve tarihin buna tanık olduğundan bahsetmiştik. Keza yine hatasıyla ve günahıyla, üzerine bulaşmış “ideoloji” formatıyla İslamcılığın totalitarizmin ekmeğine yağ sürmek için değil, varlık sebebini ortadan kaldırmak için vücud bulduğundan bahsetmiştik.
Evet, liberalizm totaliter sistemlerin kültürel ve psikolojik alt yapısını oluşturur; bunun da böyle olduğunu bize tarih gösterir.
1920’li yıllara kadar Avrupa’nın yelkenlerini “liberalizm” rüzgârı şişiriyordu. Hesaba göre herkes özgürleşecek ve peşinden de zenginlik gelecekti. Fakat evdeki hesap çarşıda pek tutmadı. Özgürleşmesi beklenen insanlar düşünülmeyen, akıl edilemeyen sorunlar ile karşılaşıp boğuşmaya başladı. Yaşanan ekonomik ve sosyal buhran döneminde insanlar bırakalım zengin olma hayalini, özgürlüğünü dahi üzerinden fırlatacak bir fırsat arıyordu.
O, bütün sorunların üstesinden geleceği umuduyla şişirilen “birey” balonu sönmeye başlamıştı. Egoları kışkırtılan insanlar zamanla kendilerini, köksüzlüğün anaforunda buluverdiler. Kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Endişe ve boşluk duygusu etraflarını çepeçevre sarıvermişti.
Artık kişisel seçimler önemli değildi…
Daha da kötüsü kendilerini birey olarak ufak ve önemsiz görmeye başlayan insanlar sığınacak bir kapı arıyorlardı.
Yirminci yüz yılın ilk çeyreğinden sonra “birey” olmaktan çıkan Avrupalı insan kendisini çöldeki ufacık bir kum tanesi gibi algılıyordu. Esen en hafif rüzgârla nereye savrulacağının endişesini içerisinde hissediyordu.
Benliğin kaybolmasına paralel olarak kolektif hareketler güçlenmeye başlamıştı… Merkezinde bir liderin bulunduğu kolektif hareketler. Yani bir yanda lider/yarı tanrı, diğer yanda kitleler. Kendisini boş ve değersiz hisseden insanlardan müteşekkil kitleler.
Lider “kibir” i temsil eder; Mussolini, Hitler, Lenin Stalin gibi… Kitle ise boşluk içerisinde kıvranan,endişe yüklü insanları… Lider tutulan bir aynadır kitleler üzerine. İnsan o aynaya bakınca kendi boşluğunu, küçüklüğünü beyhude ve anlamsızlığını görür, koşar kendisini çağıran liderin çağrısına. Aynı zamanda kitle de ayna vazifesini görmektedir; daha doğrusu dev aynası; o aynada görüntüsünü gören lider, hayran hayran seyreder kendisini: Ve “nelere kadirmişim ben” diyerek gurur duyar kendisiyle.
Kitleler özgürlüğünü sunar ve karşılığında kibrini okşarlar kurtarıcılarının. Modern paradigma çok şey vaat etmiş fakat insanı endişe üzerine terk edilmiş olarak bırakmıştır. İnsan özgürlüğünü devrederken mutludur, çünkü o, bu devriyle, küçücük bir zerre olarak sorumluluktan kaçmayı istemektedir aslında.
Artık Lidere düşen, kadıncasına kollarına atılan kitleyi avutacak bir düşman icat etmektir. Nefret nesnesi haline getirilen düşmanın yok edilmesi halinde Lider onlara yepyeni bir dünya kuracak ve onları kurtaracaktır.
Neden kurtaracaktır? Sorumluluktan
Al sana dünya savaşları, toplama kampları, renginden, ırkından veya dilinden dolayı dışlanan yok edilen insanlar.
İslamcılık tam da bu bağlamda ele alınacak olursa, asla iddia edildiği gibi totalitarizmi amaçlamaz, bilakis insana sorumluluğunu hatırlatarak onu İslam’ın ifade ettiği şekilde sorumlu bir ‘kişilik sahibi’ olmaya çağırır. İnsana “sen etrafının, sosyal çevrenin bir yansıması değilsin; beğenilmek için kalabalıklara ayak uydurman yok olmaktır, varoluşunu birbirinizin eline vermektir” diyerek insanı iç dünyasını kontrole çağırır. Ona özgürlüğünün sorumluluğunu hatırlatır.
En önemlisi insana “boşuna” olmadığını ve mevcud olmasının bir amacı olduğuna işaret eder. Bu amaç “şahit” olmaktır.
Şahit olmak; yani Yaratıcının mevcudiyetine şahadet etmek…
Şahit olan kişi varoluş krizi yaşamaz. Sorumluluğun herkesin kendi boynuna asıldığını bilir. Bu nedenle kollarına atılacak güçlü bir lider onun için hiçbir fonksiyona sahip değildir. O yolunun çizildiğini bilir; sahte yol göstericileri ve yollarını elinin tersiyle iter: La ilahe illallah…
Bu yazıyı isterseniz “lider” yerine “devlet” kavramını koyarak da okuyabilirsiniz.
O zaman? Belki İslamcılığın başarı ve başarısızlıklarından söz edilebilir ama onu diğer ideolojiler gibi totaliter saymak pek hakşinas olmasa gerektir. Çünkü o doğuşu itibariyle totaliter uygulamalara İslam’dan alınan referanslar ile başkaldırmanın bir diğer adıdır.