Ortamın tozu dumanından olsa gerek bahsedemedik, Ensar Vakfı periyodik toplantılarında geçen ay çok kıymetli bir düşünce insanımızı ağırladı. Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe hocası Kasım Küçükalp.
Öyle zannediyorum ki İlahiyat Fakülteleri düşünce hayatımıza, özellikle “Felsefe” konusunda, Felsefe bölümünden daha fazla katkı sağlıyor. Yahut cevval akademisyenleri, tek yönlü değil iki kaynaklı düşünebilme imkânları vasıtasıyla, yaraya daha merhem hususlara değiniyorlar. Yani içeriden bakıyorlar. Karşıdan değil.
Sayın Küçükalp eserlerini okumaya çalıştığım bir akademisyen. Özellikle Alman düşünürler Nietzsche ve Heidegger hususunda oldukça yetkin bir isim. Bir kitabında oldukça sık alıntı yaptığı Hüseyin Aydın tarafından yazılmış olan “Metafizikçi Olarak Nietzsche” başlıklı kitabı bütün aramalarıma rağmen tedarik edememiştim. Kendilerinden istedim, lütfettiler getirdiler, kitabın fotokopisini çektirmek suretiyle bende edinmiş oldum.
Kendisini dostlarımla birlikte iki gün adeta esir aldık. Onu, sorular sormak suretiyle devamlı konuşturarak ne kadar çok bilgi alırsak kârdır mantığıyla hareket ettik.
Sağ olsunlar, kendileri son derece alçak gönüllü ve bir o kadarda sohbete mütemayil biri. Daha doğrusu bildiklerini en beliğ şekilde anlatmaya.
Peki, “o kadar dinledin de aklında ne kaldı?” diye sorulacak olursa doğrusu sadece iki şey aklımda kaldı veya beni derinden etkiledi diyebilirim.
İşte burada bu iki hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Üstad konuşmanın ulaştığı bir safhada son derece sarsıcı bir soru sordu: “Modernizm mi yoksa gelenekçilik mi daha moderndir?”
Doğrusu böyle bir soruyu hiç düşünmemiştim. Gelenek ve Modernizm son yüzyılımızda hararetle tartıştığımız bir dilemma. Üstelik adları da üstünde: birisi zaten “modern” olandan mülhem iken diğeri ise kaynağını geçmişten taşıyor.
Bu nedenle en azından benim zihnimde sorunun cevabı belliydi. Modern olan elbette ki Modernizm idi. Gelenekçilik olamazdı.
Lakin soruda öyle laf olsun diye sorulmuş bir soru değildi!
Sonra cevabını kendisi verdi: “Her ikisi de modern bir kavramdır” dedi. Bizler neden diye sorunca da şu cevabı verdi:
“Çünkü Modernizm ve gelenekçilik şeklindeki ayrımın kendisi modern bir olgudur da ondan”
Ve sonra devam etti: “Biz modernite ile hesaplaşmamızı henüz tamamlayamadık, devletin topluma baskısı nedeniyle bu iş yarım kaldı” diyerek ekledi.
Haklıydı. Kafamızı belki bir o yana bir bu yana vurmak suretiyle, sonunda yolumuzu bulacak ve kendi modernitemizi üretecektik ama iş yarım kaldı. Abdülhamit ile başlayan yolculuğumuz, Cumhuriyetle birlikte Kemalist ideolojinin dayatmaları neticesi doğal seyrinden ayrılıp sekteye uğradı. Netice itibariyle biz modernlikle henüz hesaplaşamayan, hesabını kapatamayan bir toplum konumumuzu hala muhafaza eder konumdayız. Onun için gelenek veya modernlik kelimeleri sosyal dokumuzda gerilimlere sebebiyet vermeye devam ediyor.
Yeri gelmişken Sevan Nişanyan’ın şu sorusunu sormadan edemeyeceğim. Batı dünyasından, şapkayı, uzunluk ve ağırlık ölçülerini ve takvimi kaldırsak ne değişir acaba? Hiçbir şey. Yani onlar Batı uygarlığını belirleyen parametreler değil ki?
Geçen gün şehre asılan bir pankartı görünce aklıma üstadın söyledikleri geliverdi. Pankart, yılbaşı gecesi yapılacak “Mekke’nin Fethi” kutlamalarının duyurusuna dairdi.
Örnek tam oturdu mu bilmiyorum ama vakıa tamda yaşanan zihni travmayı gösteriyordu. Bir kesim yılbaşını kutlarken bir kesimde aynı gece alternatif olarak Mekke’nin fethini kutluyordu.
Oysa ne gelenekte böyle bir kutlama vardı ve nede Mekke’nin fethi hep miladi aynı güne tekabül ediyordu. Zira kameri takvimde aylar sabit olmayıp sene içerisinde gezerler. Yani Mekke’nin Fethedildiği günün, her sene üst üste 31 Aralık gününe denk gelmesi mümkün değil.
Sahi sizce hangisi modern: Yılbaşı kutlaması mı, yoksa Mekke’nin Fethi kutlamaları mı?
Üstat dan aklımda kalan ikinci husus çok daha çarpıcı idi.
Devam edeceğiz, inşallah.