Kemalizm’in Osmanlı kavramını yokluğa mahkûm ederken İslam ve Türk kavramlarını kabul ettiğini söylemiştik. Sebebinin de Osmanlı ile temeli Selçuklunun, tarihi süreci oluşturduğunu, oluşan geleneğin bizlerin neyi nasıl anlamamız gerektiğini belirlediğini, dolayısıyla amacın bu anlama zincirini kırmak olduğunu belirtmiştik.
Aradaki Selçuklu-Osmanlı geleneği yok farz edildikten sonra, gerekirse daha gerilerden elde edilecek işe yarar malzemeler tozu silkelenmek suretiyle bu kavramlara monte edilerek “modern” dünyaya kabul edilebilir bir formatta sunulabilecekti.
İslam vazgeçilmezdi. Zira Batı’nın ekalliyetler hususundaki dayatmalarına karşı Kemalist Kadrolar İslam ahaliyi azınlık olarak kabul etmeyip, azınlıkları gayrimüslimlerle sınırlı tutmuştu.
Evet, İslam kabul edilmişti. Lakin bu kabul edişle birlikte, kavramın anlaşılmasında ve uygulanmasında yol gösterici olan iki adet, anahtar alt kavram daha icat edilmek suretiyle. Bu iki kavram dinmek durmak bilmeyen bir gerilimi de hep bünyeye taşıdı. Hatta taşıması arzulanıldı; çünkü bu iki kavramın oluşturduğu gerilimin puslu havasında, gücü elinde tutan kadrolar oldukça esef verici senaryoları sahneleme imkânına haiz olabiliyorlardı.
Bu iki kavram: İrtica ve laiklik idi...
İrtica ile kast edilen dinin sahici hali idi; laiklik ise dinin, hâkim kadrolarca olması istenilen hali. Sahici İslam üzerinde ısrarlı olan kesimler yok edilmesi gereken iç düşman iken, laik din anlayışını kabul eden kesimlerde makbul vatandaşı temsil ediyorlardı.
Artık mücadele edilmesi gereken İslam değil, irtica idi. Hatta laik İslam’ın hakiki İslam’ı temsil ettiği dahi söylenebiliyordu. Müntesipleri de İslam’ı istismar etmeden tertemiz vicdanlarında yaşayan vatandaşlardı. Diğerleri mi? Onlarsa dini çıkarlarına ve siyasete alet eden kötü niyetli kişilerdi.
Oysa İslam’ın sahibi indirmiş olduğu Kur’an vasıtasıyla bizleri şu şekilde uyarıyordu: “De ki; dininizi Allah’a mı öğretmeye kalkışıyorsunuz? Halbuki Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsine vakıftır. Allah her şeyi hakkıyla bilir”(Hucurat-16)
İnşa edilen bu yeni din anlayışının biri içeriye diğeri de dışarıya yönelik iki amacı vardı. İçeriye yönelik olanı modern dünyanın-daha doğrusu Batı’nın- evrensel değerlerine uygun hale getirilmesiydi. Artık çatışmacı değil, kabul eder bir İslam olacaktı. Hatta tıpkı Kapitalizmin arkasındaki püriten ahlakı gibi Protestanlığın oynadığı rolü oynayacaktı. Üretilen ideolojiye karşı bırakalım tepki göstermeyi, aksine onu içselleştirecek, onunla bütünleşecek ve yeni amentüsü haline getirecekti.
Böylece İslâm milli bir din alacaktı. Arap’ın dini(!) değil.
Dışa yönelik amaç da tam burada saklı. Dünyadaki Müslümanların bir araya gelmesini engellemek. Aksi halde ise İslam milli bir din olmaktan çıkarak müntesiplerine “ümmet” şuuru verecektir ki, işte bu irticaın daniskasıdır. Çünkü Batının çıkarlarına taban tabana zıttır. Batı asla karşısında birleşmiş toplulukları istemez. Aralarında ihtilaflar olan devletleri arzular. Kendisine muhtaç olacak toplumları. Hele hele bu toplumlar başta enerji olmak üzere bütün zenginlik kaynaklarına sahip Müslümanlar ise iş tamamen değişir. Aralarındaki sınırlar daha bir kutsal olur. Onlar tam manasıyla kuşatılmaya müstahaktırlar. Graham E Fuller ve İan o. Lesser’in dediği gibi Ulusal Devletlerin çıkarları Müslümanların birliğini engeller(Kuşatılanlar. İslam ve Batı’nın Jeopolitiği. Sh:112) Ulusal Çıkar ile İslam Birliği arasında bir tezat oluşturmak, onları birbirine düşürerek her birini bir Batılı devlete mahkûm kılmak. İşte budur kuşatılmış olmak.
Peki, ya o devletin sınırları içerisinde bazı kimselerden farklı sesler çıkarsa. O zaman ne yapılacak. Batılı Hazretler bunun da formülünü bulmuşlar: Çıkarlarına aykırı seslerin yok edilmesini o devletlere ihale etmek. Bahane mi? Elbette ki irtica ama yetmezse daha modern bir kavram var: terörizm.(Kuşatılmışlar. Sh:113)
Bir zamanlar merhum Necmettin Erbakan için uygulanan 28 Şubat darbesinin arkasındaki saik ne ise bugün de Mısır da Müslüman Kardeşler iktidarına uygulanan darbenin arkasındaki de aynısı. Batı’nın çıkarı. Erbakan’ın suçu D-8 adı altında bir birlik oluşturmaya çalışmaktı. Yani İslam’ı milli bir din olarak değil de uluslar arası birlik için ortak bir değer olarak değerlendirmek.
Bu Batı’nın çıkarlarına karşı olduğu gibi, Kemalizm’in ilkelerine de aykırı idi. Çünkü İslam ümmet esaslı değil ulusal esaslı bir amaca yönelik olmalıydı.
İşte o günlerde bazı çevrelerde başlayan Türkçe namaz sevdasının asıl sebebi de bundan başkası değildi.