Mahmut Feyzi Fırat, sade ve temiz kıyafetli, hoş sohbet, bilgili, son derece kibar ve nazik bir kişi. Geleneği ve asaleti olan bir aileden geldiği her haliyle belli oluyor. Kendisini tanımaktan büyük bir mutluluk duyduğumu ifade edince o bana “biz Ankara buluşmasında tanışmıştık” şeklinde mukabelede bulundu. Ben unutma gafletinde bulunmuşken o beni hatırlamış fakat bunu saklamak gibi bir kompleks içerisine girmemişti.
İşte bizim toplumumuza ait asalette burada saklı idi.
Sunum aralarında kendisi ile bol bol sohbet ettik. Evvela kendisinin şehit Şeyh Said ile olan bağından bahsedeyim. İrşat işi ile ilgilenen Şeyh Said’in, postnişin olan yani molla yetiştiren, ilim ile ilgilenen Bahaddin isimli bir kardeşi varmış. İki kardeşten Said’in oğlu Şeyh Ali Rıza’nın kızı Zahide Hanım ile Bahaddin’in oğlu Şeyh Şahabettin’in oğlu Abdülmelik Fırat evlenmişler ve bu evliliklerinden Mahmut Feyzi Fırat dünyaya gelmiş.
Anlayacağınız üstad hem anne ve hem de babası tarafından Fırat ailesine mensupmuş.
Üstad evvela, toplumda paylaşılan yanlış bir bilginin düzeltilmesi üzerinde ısrarla duruyor. Şeyh Said’in isyan için Bediüzzaman’dan yardım talep ettiği ve bu teklifin Bediüzzaman’ca reddedildiği şeklinde tekrar edile gelen bilgi... O bunun doğru olmadığından emin.
Evvela Şeyh Said’in eyleminin “isyan” kelimesiyle değil “kıyam” kelimesiyle ifade edilmesinin İslami literatüre daha uygun olacağını söylüyor.
İkincisi ise dedesinin Bediüzzaman’dan böyle bir talepte bulunmadığını zira bulunması için neden de olmadığını söylüyor. Çünkü Şeyh Said asla silahlı bir eylem içerisinde olmayı düşünmemiş lakin hükümet ile işbirliği içerisinde olan Binbaşı kayınbiraderinin oyununa gelerek, kendisinin ve sevenlerinin bir oldu-bitti ile karşı karşıya kaldıklarını söylüyor.
Ve ekliyor, “böyle olmadığını kabul etsek bile Bediüzzaman emrinde ordular olan veya kalabalık aşireti olan bir kişi değil ki; âlim bir kişi, dedemin ondan yardım istemesinin bu nedenle de akla uygunluğu yok”
O esnada aklıma “Nişancı” isimli roman geliverdi. Aylar önce yine bir yazımda bahsettiğim, Metin Aktaş tarafından yazılan romanda, hakikaten Şeyhin nasıl oyuna getirildiği, silahlı mücadeleye mecbur bırakıldığı, devamında ele geçirdiği beldelerde taraftarı kılığına giren kişilerin nasıl halkın malını yağmalayarak suçu şeyhin üzerine attıkları etkin bir şekilde anlatılıyordu. Amaç belli: Şeyh ile ahali arasındaki kurulu olan sevgi bağını yıkmak, en azından şüphe tohumları ekmek.
Anlaşılan psikolojik savaş o zamanlarda uygulanıyormuş. Lakin internet siteleri olmadığı için daha kaba yöntemlerle yapılıyormuş.
Üstad izahına şöyle devam ediyordu: “ dedem asker değildi, beslediği askerde yoktu, o sadece irşat işleri ile ilgilenirdi, sevenleri de halktan kişilerdi, yani askeri eğitim almış kişiler değillerdi, böyle bir durumda neden silahlı mücadele yolunu seçsin ki?”
Çok da mantıksız değildi anlattıkları; gerçekten de Şeyh Said ne bir askeri komutandı ve nede müntesipleri askeri eğitimden geçmiş kişilerdi. Böyle bir durumda, propaganda edildiği gibi topluca silahlı eyleme geçmek intihar etmek gibi bir şey olurdu. O sadece halkı irşat etmek ve gördüğü yanlışlara karşı çıkmak gibi bir misyonu kendisine biçmiş çevresinde sevilen ve sayılan bir zattı.
Bu arada unutmadan aktarayım. Şeyh Said asılarak şehit edildikten sonra kardeşi Bahaddin’de Kur’an okur vaziyette iken öldürülmüş. Sebebi ola ki ileride kardeşinin davasını sürdürür diye.
Üstad dedesinin yanlış gördüğü şeylere ikazlarını anlatırken öğreniyoruz ki, bu ikazların 1908 yılına kadar varan bir geçmişi varmış. Şeyh Said İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından ilan edilen Meşrutiyet Rejimine itiraz etmiş. 1908 yılında İttihat ve Terakki Fırkası Ordunun desteğiyle Meşrutiyeti ilan etmişti. Abdülhamit Han’ın istibdadını bahane ederek Makedonya’da 400 kişi ile birlikte dağa çıkan kolağası Resneli Niyazi Bey’in yaktığı fitil ile gelişen olaylar neticesinde kurulan Meşrutiyet, ona göre ileride Hilafetin ve Osmanlı’nın sonunu getirecektir. Pek çok âlim yapılan devrim nedeniyle sevinç gösterilerine katılırken Şeyh Said gidişatın hayırlı olmadığına dair ikazlarda bulunmaya çalışmış. Başarılı olamamış fakat gelişen olaylar onun haklılığını ortaya koymuş. Çok kısa bir süre sonra II. Abdülhamit tahttan indirilmiş ve 20 yıl sonra ne hilafetten ve nede Osmanlıdan eser kalmamış.
Üstada bütün bu bildiklerini yazmasını talep ettim. Çünkü Allah gecinden versin bildikleri kendisi ile birlikte kaybolup gidecekti. Şahit olduğu yahut duyduğu pek çok olayın olduğu tartışmasızdı. Hele hele babası Abdülmelik Fırat da milletvekilliği yapmış oda yaşamış ve görmüş bir insandı. “Bence tarihe not düşmelisiniz” dediğim zaman sadece “yazamıyorum işte” dercesine gülümsedi.
Bence yazmalıydı. Hele hele yakın tarihe olan ilginin arttığı ve tek sesliliğin kalktığı bu ortamda muhakkak o da bildiklerini ortaya koymalıydı.
Kendisi ile Kürt Siyaseti ve özellikle PKK hakkında da epeyce konuştuk.
Devam edeceğiz, inşallah.