Murat Belge bir yazısında Yakup Kadri’den bir alıntı ile Osmanlı’nın son dönemi münevverlerinin içerisine gark oldukları ruh halini ortaya koyar. Yakup Kadri aynen şöyle demektedir:
“Bizim ilk gençlik yıllarımız bir milli kahramana hasretle geçti. Biz... Gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içerisinde açtık.” (Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. Kemalizm. Cilt 2.İletişim yay)
“Biz gözlerimizi dünyaya bir bozgun havası içerisinde açtık”... O dönem insanımızın iç dünyasını özetleyen daha etkili bir başka cümle kurulabilir mi, bilemiyorum?
Bir milli kahramana hasretle gençliğini geçirmek! Yaşanan bozgun havasının tabii bir tezahürü... İç dünyasında yaşadığı çöküşü ve umutsuzluğu taşıyan bir neslin sığınacağı sakin bir liman arayışı, bir milli kahramanın iradesine kendisini teslim etmek.
Adeta çöken bir insanın ana rahminin o sıcaklığını ve güvenini ararcasına iç dünyasına kapanması halinin toplumsal tezahürü.
Cumhuriyet döneminin düşünsel ve ideolojik temellerinin oluşumunda elbette ki dış ülkelerin ve zamanın geçer akçe akımlarının çok büyük etkisi var. Fakat burada dikkate alınması ve asla sarf-ı nazar edilmemesi gereken diğer bir faktörde işte yaşanan bu iç çöküntüsü.
Biz buna aynı zamanda Cumhuriyeti kuran kadroların şuuraltında yaşadıkları endişelerde diyebiliriz. Veya milletimizin 19.YY sonu ile 20.YY’ın ilk çeyreğinde yaşadığı olayların hafızasında oluşturduğu travma.
Dile kolay, peşi sıra yaşanan bozgunlar ve hep kaybedilen toprak parçası... Sonunda birinci cihan savaşı; Anadolu’nun, Hilafetin ve Saltanatın Merkezi olan İstanbul’un İngilizler tarafından işgali!
Ve son bir gayret ile başlatılan Milli Mücadele...
Toplumsal şuuraltımızda yaşadığımız ve yaşata geldiğimiz endişe! Evet, işin bütün sırrı burada! Evvela endişe ne demek? Bir örnekle izah etmeye çalışalım: ailesini geçindirmekten korkan bir aile reisinin yaşadığı iç sıkıntısı, bir endişedir. Yani ‘varoluş’sal bir iç buruntusu... Korku ise farklı, korkunun nesnesi karşımızdadır: Elinde bıçak tutan bir katil, aslan veya üzerimize hızla gelen bir araba. Endişede ise yaşadığımız iç sıkıntısının bir nesnesi yoktur. Dedik ya, hissedilen kaygının nedeni varoluş ile ilgilidir.
Yenik bir medeniyet; kaybedilen topraklar; şedit bir düşmanın elinde çok fazla adam öldürmeye yarayan silahlar... Toplumumuzun “varlık” ve “bilgi”ye dair telakkisinde gedikler açan modern ideolojiler.
Ve o sömürgeci iştahları kabartan petrol... Talan edilen “Batı” dışı kültürler... Lekeli, sırf Batı kökenli olmadığı için lekeli olmakla yaftalanan kültürler.
Çepeçevre kuşatılmışlık karşısında yaşanan endişe: var olabilmek; devletini kurtarabilmek; lekeli olma halinden kurtulabilmek. Kısacası o günkü deyimiyle muasırlaşmak.
Bu uğurda pek çok fedakârlıklara katlanmak! Gemi batıyor endişesi ile yük atmak. Değerli mi değersiz mi bakmadan taşıya geldiklerimizi denize fırlatarak endişelerimizle başa çıkabilmeyi ummak! Böylece sorunlarımızın üstesinden geleceğiz hayali ile avunmak.
Falih Rıfkı Atay Atatürk’ün şapka inkılâbını Sicilya’da yaşadığı acı bir olaya bağlar. Mustafa Kemal Trablusgarp’a giderken bindiği vapur Sicilya’da durur. Açık bir araba ile gezmeye çıkan Mustafa Kemal’i Sicilyalı çocuklar limon kabuğuna tutarlar. Yaşadığı bu olayı başında taşıdığı fese yoran Mustafa Kemal ‘Türk kafasının neden böyle yabani bir başlığa esir olduğunu’ düşünür ve kendi fesine kızar.(Çankaya. Pozitif Yay. Sh:544)
İşte bizim yüzleşmemiz gereken endişe veya psikoloji Cumhuriyetin Kuruluşu sırasında aydınlarımızın içerisinde taşıdığı bu haleti ruhiyedir. O nesillerin büyük bir ıstırapla yaşadıkları bu endişeyi artık taşımanın bir anlamı kalmamıştır. Önemli olan da onunla yüzleşebilmek, burun buruna gelebilmek cesaretindedir.
“Varoluş”umuzun kendimiz olarak var olmak olduğu artık anlaşılmıştır. Nasıl ki yaşadığımız endişeler dün özfarkındalığımızı zedelemişse, kendimize dair geliştireceğimiz farkındalığımız da, endişeyi yok edecektir. Kendimizi algıladığımız sürece lekeli olmadığımızı daha berrak görecek ve Batı’nın “dışarı”sında olmayı bir talihsizlik değil, ayrı bir merkez oluşturmak için fırsat olarak değerlendirebileceğiz.
Bu bizlere aynı zamanda pozitif özgürlüğümüzü de bahşedecektir. Böylece belli bir tarihsel dönemin sosyal ve psikolojik etkilerinden kurtularak birey olarak da farklılık ve zenginliklerimizi ortaya serebileceğiz.
Birer milli kahraman olmasak bile ne Yakup Kadri gibi bir milli kahraman hasreti ile yanacak ve nede geçmişteki kahramanların bir kopyası olacağız.
Birer özne olarak kendimizi, toplumumuzu ve çağımızı özgünce algılama gayretine bakacağız. Bugünü yani zamanımızı yaşayan bizler olacağız. Bir başkası değil “biz”
Devam edeceğiz, inşallah.