“Organlarımın tamamını bağışladım” demişti arkadaşımız, yanımıza gelip. “Tamamını mı?” dedik yutkunarak… “İç organlarımızı bağışlamak çok zor değil de…” demiştik, gayri ihtiyari… El, kol, yüz gibi uzuvlarımızı da bu dünyada bırakıp gitmek, başkasına hayat vermek için bile biraz güç ve ürkütücü değil miydi? Öyle sahiplenmiştik, bizim sandığımız ama hiçbir zaman tamamıyla bizim olmayan emanet bedenimizi…
Ne bizimdi ki ona bakarsak. “Bizim” de demeyiz çoğu zaman, aslında, “benim”dir umumiyetle ifademiz. “Benim evim, benim çocuğum, benim eşim, benim arabam, benim kariyerim, benim makamım, benim geleceğim” ve benim dediğim hepsi, hepi topu benim mezar taşıma ve toprağıma denk düşendi… O bile herkese nasip olmazdı belki değil mi?
O zaman neyin derdindeyiz ki biz? Ne bizi bu kadar bencilce, düşüncesizce, vahşice ve sorumsuzca hayata saldırtan? Yaşamı sevmek kendi başına kötü olmaya yetmezdi belki… Ancak bizi bizden, insanlıktan, hak ve adaletten, muhasebe duygularından uzaklaştıran, babamızın mülküymüş gibi sahiplenip kuşattığımız alanlar, varlıklar ve hükmetme arzusu...
Cürmümüzü, faniliğimizi hiç hesap etmeden yapıştığımız ve sağlam kalelere saklanıp ölümün bizi göremeyeceği vehmine kapıldığımız örümcek ağları…
Benle başlıyor her cümlemiz neredeyse. Kaç sen için, siz için, biz ya da onlar için ne verdiğini, başkalarının hayatından ne çaldığını, eksilttiğini, sömürdüğünü ya da onların varlığına ne anlam kattığını hiç düşünmeden putlaştırdığımız yok hükmündeki varlığımız.
Ali Şeriati, müminin dört zindanından bahseder. “İnsanı bilinçten, yaşamda seçmekten ve yaratıcılıktan alıkoyan zindanları”: Naturalizm (tabiat), historizm (tarih), sosyoloji (toplumsal düzen) ve hepsinden zor olanı, insanın kendisi, yani benlik zindanı… Bu sonuncu zindan en kötüsü ve insan bu zindan karşısında en aciz tutsak ne yazık ki…
Kendi zindanından kurtulabilmesi için insanın kendini feda etmesi, başkasını kendine tercih edebilmesi gerekmektedir.
Bu aşamada insan iki ölümden birini seçmiştir; kendi ölümünü, canının ölümünü, menfaatinin ölümünü, şöhretinin ölümünü, mutluluğun ölümünü, huzurun ölümünü, malının, yediğinin, içtiğinin ölümünü…
“İlk üç zindandan insan ilimle kurtulurken kendisinden aşkla kurtulabilir” diyor Şeriati. Bu aşamada özgür insan meydana geliyor. Bu en yüce insan olma aşamasıdır ve insanın sorumluluğu da ancak bunu gerektirmektedir…
“Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur”(Şura,4) un sırrına ulaşabilmiş, özgürlüğünün ve insanlık onurunun mücadelesini veren Müslüman kardeşlerimizin zindanlarından kurtulmak üzere olduğunu da hatırımıza getirmeden edemiyoruz.
Ve onları idam etmek isteyen darbeci zihniyetin de bu zulümleriyle en karanlık zindanlarında tutsak kaldığını söyleyebiliriz. Benim sandıkları her şeyi bir bir yitirdiklerinde bunu anlamak için çok geç kalmış olacaklar. Onlar önce insanlığın vicdanında, sonra tarihte ve nihayet adl-i ilahide bu firavunluklarının bedelini ödeyecekler.
Mısırın zindanlarından özgürlüğe ve sonsuzluğa gülümseyerek bakan 529 idam mahkumu kardeşimize binlerce selam olsun…
Ne bizimdi ki ona bakarsak. “Bizim” de demeyiz çoğu zaman, aslında, “benim”dir umumiyetle ifademiz. “Benim evim, benim çocuğum, benim eşim, benim arabam, benim kariyerim, benim makamım, benim geleceğim” ve benim dediğim hepsi, hepi topu benim mezar taşıma ve toprağıma denk düşendi… O bile herkese nasip olmazdı belki değil mi?
O zaman neyin derdindeyiz ki biz? Ne bizi bu kadar bencilce, düşüncesizce, vahşice ve sorumsuzca hayata saldırtan? Yaşamı sevmek kendi başına kötü olmaya yetmezdi belki… Ancak bizi bizden, insanlıktan, hak ve adaletten, muhasebe duygularından uzaklaştıran, babamızın mülküymüş gibi sahiplenip kuşattığımız alanlar, varlıklar ve hükmetme arzusu...
Cürmümüzü, faniliğimizi hiç hesap etmeden yapıştığımız ve sağlam kalelere saklanıp ölümün bizi göremeyeceği vehmine kapıldığımız örümcek ağları…
Benle başlıyor her cümlemiz neredeyse. Kaç sen için, siz için, biz ya da onlar için ne verdiğini, başkalarının hayatından ne çaldığını, eksilttiğini, sömürdüğünü ya da onların varlığına ne anlam kattığını hiç düşünmeden putlaştırdığımız yok hükmündeki varlığımız.
Ali Şeriati, müminin dört zindanından bahseder. “İnsanı bilinçten, yaşamda seçmekten ve yaratıcılıktan alıkoyan zindanları”: Naturalizm (tabiat), historizm (tarih), sosyoloji (toplumsal düzen) ve hepsinden zor olanı, insanın kendisi, yani benlik zindanı… Bu sonuncu zindan en kötüsü ve insan bu zindan karşısında en aciz tutsak ne yazık ki…
Kendi zindanından kurtulabilmesi için insanın kendini feda etmesi, başkasını kendine tercih edebilmesi gerekmektedir.
Bu aşamada insan iki ölümden birini seçmiştir; kendi ölümünü, canının ölümünü, menfaatinin ölümünü, şöhretinin ölümünü, mutluluğun ölümünü, huzurun ölümünü, malının, yediğinin, içtiğinin ölümünü…
“İlk üç zindandan insan ilimle kurtulurken kendisinden aşkla kurtulabilir” diyor Şeriati. Bu aşamada özgür insan meydana geliyor. Bu en yüce insan olma aşamasıdır ve insanın sorumluluğu da ancak bunu gerektirmektedir…
“Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur”(Şura,4) un sırrına ulaşabilmiş, özgürlüğünün ve insanlık onurunun mücadelesini veren Müslüman kardeşlerimizin zindanlarından kurtulmak üzere olduğunu da hatırımıza getirmeden edemiyoruz.
Ve onları idam etmek isteyen darbeci zihniyetin de bu zulümleriyle en karanlık zindanlarında tutsak kaldığını söyleyebiliriz. Benim sandıkları her şeyi bir bir yitirdiklerinde bunu anlamak için çok geç kalmış olacaklar. Onlar önce insanlığın vicdanında, sonra tarihte ve nihayet adl-i ilahide bu firavunluklarının bedelini ödeyecekler.
Mısırın zindanlarından özgürlüğe ve sonsuzluğa gülümseyerek bakan 529 idam mahkumu kardeşimize binlerce selam olsun…