Dünyanın bin bir ülkesinde akıl almaz vahşetler, en modern ve sempatik maskelerle uygulanırken kasıtlı olarak en barbar ve vahşi ülke, ABD’nin terk etmek zorunda kaldığı Afganistan olarak gösteriliyor. Gazeteci Mehmet Akif Ersoy’a “Sakın ola sakalını kesme.” ikazı yapan Afganlılar, Nagehan Alçı’ya da “Aman perçemlerini başörtünün içine sokmayı ihmal etme.” diyesilermiş. Bunları duyup da laik bir ülkede yaşadığı için şükür secdesi edenler bile var. Yıllar önce bu ülkede bize hiç kimse “Başörtünü çıkarmazsan okulunu bitiremezsin, görevinden atılırsın.” dememiş gibi. Yaşam tarzına müdahalenin, inanç özgürlüğünü yok sayan dayatmaların âlâsını, bizler de atalarımız da hayatı pahasına hiç yaşamamışlar gibi. İnançlı insanların yaşadığı baskıyı, ezanların bile Arapça okunmasının yasak olduğu dönemleri tarih okumaktan sıkılanlar varsa “Süveyda” filmini izlemelerini tavsiye ederim…
Medyanın Afganistan hakkında servis etmekten zevk aldığı haberler birbirine benzer nitelikte. Kadınlar Afganistan’da ne kadar örtülü, evlerinden çıkamıyorlar mı, okula gidebiliyorlar mı? Keman çalıp basket oynayamıyorlar mı? Orada yaşamış, savaşın ve açlığın yorduğu, yıprattığı insanlara böyle yavan sorular yöneltmek aslında onlarla dalga geçmek olacaktır. ABD o bölgede hangi cinayetleri işlemiş, işkence odalarında kimlere ve neden eziyet edilmiş, Afgan çocuklarının neden ekseriyetinin kolu, bacağı kopmuş, neden açlığa mahkum edilmişler? Bir gazeteci, asıl bu soruların peşinden gidebilmelidir diye düşünüyorum.
AŞI KARŞITLARI DEĞİL UZMANLAR KAFA KARIŞTIRIYOR
Marlboro üreten Philip Morris, astım hastaları için inhaler üreten İngiliz Vectura’yı 1 milyar Sterlin’e satın aldı. Anlıyoruz ki artık Morris sadece sigara içenlerden değil sigaranın hasta ettiklerinden de para kazanacak. Benzer örnek Bill Gates’in “Bir sonraki pandemi için 100 günde herkes için aşı hedefine ulaşabilmek adına devasa mRNA fabrikaları olmasını sağlayacağız.” sözü vahşi kapitalizmin boyutunu tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor.
Pandeminin başından beri uzmanların öyle çelişkili, öyle birbirini tutmayan, öyle kendi kendilerini yalanlayan açıklamaları var ki halkın kuşku duyması için yeterli. Salgının başında 65 yaş üstü nineler, dedeler evlere kapatıldı, evinin önüne parklara çıkanların üstüne su atıldı, mikrofonlarla haberciler tarafından kovalandılar. Bugün “Hata etmişiz, yanlış bir uygulamaydı.” diyor Mehmet Ceyhan. Sıtma ilacıyla hastalar tedavi edilmeye çalışıldı, çok fazla yan etkisi var diye bu ilaç tedavi protokollerinden çıkartıldı. “Yüzde 50-60 aşılamayla salgın yaz sonunda bitecek, maskelerle vedalaşılacak.” denildi. Vakalar ve vefatlar on kat arttı. “Aşıyla bitmiş pandemi yoktur.” diyen Ceyhan bu lafını da unutup doz üstüne doz istemekle yetinmedi, bilim kurulu “Çocukları da aşılayalım.” diyerek öğrenci velilerinin kaygılarını artırdılar. Zira pandeminin başından beri hastalanmayan, “Risk grubunda değil.” denilen çocuklar da bu programa dahil edilmeye çalışılıyor. Elbette ebeveynlerin büyük endişeleri var.
Dünya çapında nedensiz kalp krizleri son aylarda oldukça fazlalaştı. Bunun detaylı araştırması yapılmalı. Riskleri, yan etkileri yeterince incelenmemiş aşılar çocuklara da uygulandığında geri dönüşü imkansız sorunlar yaşanılabilir.
Pfizer Biontech’in ceosu Uğur Şahin, organları gençleştiren gen aşıları da icat edeceğini belirtti. Birkaç yıl sonrasını hayal ettim bir an. Gençlik iksirini kullanmayanlar dışlanır, “Sizin yüzünüzden hızla yaşlanıyoruz ve yine sizin yüzünüzden öleceğiz.” diyen insanların hışmına uğrayanlar, iş yerlerine, okullarına alınmazlar, seyahat edemezler mi acaba diye?
Yazar Nazife Şişman’ın kitabında okumuştum. Anne, hasta çocuğunu iyileştirmek için çocuğunun kopyasını doğuruyor ve hasta çocuğun kaybettiği azaları organ çantası olarak tasarlanan bu kopya çocuktan temin ediliyor. Ancak o çocuk da bir noktadan sonra isyan ediyor. Ben de yaşamak istiyorum.” diye. Bilim bir noktadan sonra sorgulanamayan, faydası zararı konuşulamayan bir tabu hatta din halini almakta. Bilime tapanların ütopik dünyası bugünkü yeryüzü kadar yaşanılır olamayacağı muhakkak. “Primum non nocere” yani “önce zarar verme” prensibine bağlı kalarak insan hayatına gerçek manada önem veren, hastalarını müşteri değil emanet olarak gören, yaratanın vereceği şifa için kendilerini vesile bilen, Allah korkusunu yüreklerinden ayırmayan tüm hekimlerimize selam olsun…