İsmail Kılıçarslan, kitabında Boşnak bir annenin dramına yer veriyor: Saraybosna kuşatması yaşanırken şehit olan kocasının artık hayatta olmadığını, oğlu Mirza’ya izah eder kadın : “Babanı kaybettik, artık baban hayatta değil oğlum” der. Savaşın, aslında daha yerinde bir ifadeyle katliamın, soykırımın perişan ettiği, açlıktan bitkin düşürdüğü çocuklardan sadece biri olanküçük Mirza : “Yani babamı pişirip yiyebilir miyiz?” diye sorar.
Biz de üstad Kılıçarslan gibi “Bu burada bir dursun” diyelim ama biz Ramazan’dan, oruçtan ve savaşların tam ortasındaki Müslümanlardan bahsedelim. Ramazan ve oruç bizlere ne hatırlatması gerekirken bizler neleri unutmuşuz bir bakalım…
Ramazan denilince reklamlar başta olmak üzere medyada ve kimi özel hayatımızda şölene, festivale dönüşmüş iftar sofraları, gündüz akşama kadar iftar hazırlıkları, akşamdan sahura kadar yeme, içme ve muhabbet saatleri.
Oruç kimi bedenler için doktorların zinhar yasakladığı, yaz gününde asla tutulamayacak lüzumsuz bir Çin eziyeti. Kimilerine göre ise sadece açlık ve susuzlukla ikame edilmiş olacak bir ibadet olup dil, göz, kulak, ruhun eşlik etmesine ihtiyaç duyulmayan açlık oyunları.
Gerçekte neydi oruç? Oruç Rabbimizin hem Rabb olduğunu, kulunu en etkili terbiye metoduyla açlıkla terbiye edip melekleştirmeye kadir olduğunu bizlere gösteriyor. Hem de savaş, kuraklık, tabi afet gibi insanoğlunun başına birdenbire, bir anda geliveren musibetlere bir asker gibi daima hazırlıklı olmaya sevk ediyor.
Hiç oruç tutmamış bir insan bir gün akşama kadar aç durduğunda öleceğini sanır. 18 yaşına kadar oruç tecrübesi olmayan bir Müslüman’a “oruç tut” dediğinizde yaz günü oruç tutmanın çok aşırı, ölümcül bir ritüel olduğunu, ibadetten ziyade batıl inanç, hurafelerle birlikte değerlendirilmesi gerektiğini savunacaktır. Ve sokakta oruç insanların içinde şapır şupur yemek yemenin ayıp olmadığını söylerken Atik-Valde’den İnen Sokak’ta “Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neşesiz“diyen Yahya Kemal kadar dahi vicdanen rahatsızlık duyamayacaktır. Yine orucun sağlık açısından çok sakıncalı olduğunu her hastasına dikte eden laik bir hekime de gidip tutamaz onayı almak da aleni yeme-içmeyi daha da kolaylaştırmış olacaktır.
Bir de bunun zıddına şahit oluruz. Ben tutuyorsam ayette tutmayabilir ruhsatını almış olan yolcu, hasta, hamile dahil herkes tutmak zorunda anlayışıyla çevresindeki herkese mahalle baskısı yapmayı görev edinen bir zümre. Kimse kendini Rabb yerine koyup Allah’ın mecbur etmediğini, başkasına mecbur edemez.
Allah’u Teala kuluna orucu açlıktan dolayı acı çeksin böylece Nirvana’ya ulaşsın diye farz kılmamıştır. Ancak açlığın ne olduğunu iyi bilmelidir ki insanoğlu, savaş ve kıtlığın o ülkeden öbür ülkeye yaprak gibi savurduğu insanlara bakıp “Bunlar Türk bile değil, biz de açız, masa başı iş bulamadık, bu mülteciler yüzünden bize iş yok, devlet onlara bakıyor, biz açlıktan plazmamızı mı yiyelim, avizelerimizi mi içelim, yüzümüzü siyaha mı boyayalım?” diye çığırtkanlık yapmamızı önler.
Ramazan ayı ve oruç, hem kapı komşumuz açken tok yatmamıza mani olur hem de dünyanın öbür ucundaki zulüm gören, yetim kalmış, açlıktan kemikleri dışında gezen yavrucakları düşünmemizi ve onları anlamamızı sağlar. Midemizden gelen sinyaller, susuzluk ve güçsüz bir bedenle soluk çehremizle bakışımız, günde beş defa göbeğini çatlatana kadar dolduran insanın etrafına bakışından illaki farklı olacaktır.
Ve açlıktan ölmüş babasını yemeği bile düşünen Bosnalı Mirza’ya da farklı bakacağız. Büyük bir sorumluluk, vebal altında ezilmiş, “Ki ağırlığıyla belini büken o yükü...” (İnşirah 3) ayetindeki o sorumluluğu her birimiz hissetmiş olacağız.
“Oruç da acıkır, susar, insanı özler” diyordu Sezai Karakoç. Bizi bir ay boyunca elimizden tutup daha insan, daha meleksi, daha inşa edilmiş bir varlık haline getirebildiyse o oruç, bizi bir sonraki Ramazan’a kadar özler. Oruç yani açlık, Kur’anla birleşip bütünleştiğinde midesine bağımlı bir hayvan olmaktan kurtarır bizi. Kul eder, insan eder. Aksi halde ayın sonunda bile aç, yoksul, mazlum ümmete hala tepeden bakıyor, fani olduğumuzu, yahut her şeyi evirip çevirip zengini fakir, yoksulu zengin, genci ihtiyar, diriyi ölü ediveren Allah’ın o sonsuz gücünü ve bizim acziyetimizi idrak ettiremediyse o oruç, bizi özlemek bir yana, bizden koşar adım, uzaklaşır.
Ayeti kerimede der ki “Vay o namaz kılanların haline ki kıldıkları namazdan gafildirler”. Ve Resulullah (SAV)ın o unutulmaz sözü: “Nice oruç tutanlar vardır ki tuttuğu oruçtan yanına açlık ve susuzluktan başkası kalmaz…”