Dar sokaklarında gezindiğimiz, kimi deniz kıyısında, kimi Anadolu bozkırında bir dağ yamacında kurulmuş şehirler. Her birinin kendine has güzellikleri olan, her birinin kendine has kültürü olan şehirler.
Kimi zaman yorgun görüntü içerisinde, yoğun gürültü altında fark edemediğimiz tarihi yapılar. Kimi zaman tarihin izleri silinmiş, yerine yeni binalar dikilmiş şehirler.
Boğazın iki yakasına serpilmiş, adına şiirler yazılmış, denizi, tarihi, Yahya Kemal Beyatlı’nın deyimiyle ”Sade bir semtini sevmek bile ömre bedel” olan “Aziz İstanbul”. Kendine özgü, kökleri tarihin derinliklerinde, maneviyat kokulu İstanbul. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın deyimiyle “Nereye gidersen git, orada İstanbul”.
Anadolu’nun bağrında, bozkırların ortasında Hacı Bayram Veli’nin manevi sahipliğinde bir şehir Ankara. Tarihi dokusu ve sadeliği zamana yenik düşmüş olsa da devletin merkezi, ülkenin kalbi. Yoğun siyasi gündemin ve hantal bürokrasinin ağırlığı çökmüş şehrin üzerine. Ağır ve kasvetli bir görüntü var şehirde. Kozmopolit şehir, kozmopolit kültür, kozmopolit yaşam. Her noktasında bürokrasinin ağır izlerini taşıyan şehir.
Kordonuyla, daima güneşin batışını seyreder manzarasıyla İzmir. Kendine has kültürü ve denizin doğu kıyısına boylu boyunca serpilmiş evleriyle İzmir. Ağır tuzlu deniz kokusu ve imbat rüzgarının tatlı esintisi…
Yanı başımızda denize kucak açmış, sırtını toroslara yaslamış, efsaneler şehri, tarihin her ilçesine eşsiz güzellikler serpiştirdiği şehir Antalya. Denizin, güneşin ve kumsalların şehri. Uçsuz mavilikleri, yeşil dağların seyrettiği şehir.
Ve şehrimiz, göllerin, güllerin şehri Isparta. Bir zamanlar, halısıyla dillerde olan günümüzde sadece hediyelik minyatür haliyle kalan. Her evde bir halı tezgahının olduğu, genç kızların ve anaların hayallerini ilmik ilmik dokuduğu, şimdilerde Gökçay girişinde ki müzede gezerken bizi o günlere götüren halılar. El emeği, göz nuruyla dokunan ve zamana yenik düşüp kaybolan halılar ve onları dokuyanlar...
Daha çok kırsaldan göç alarak gelişen şehir, köklü gelenekleri olsa da, kendine özgü şehir kültürü olmayan, binalarında bile kırsal izler taşıyan şehir.
Gül ile bu kadar iç içe olup da şehre gülün etkisi işlememiş olması ne üzücü. Oysaki isimlere kadar etki eden gül, rengiyle, kokusuyla bambaşka ufuklar açmalıydı bu şehre.
Edebiyatta köklü bir yeri olan gül, Isparta’da sadece tarlalarda ve hediyelik eşya satan dükkanlarda kalması ne acı. Oysaki bülbülün yuvası, güllerin arasıdır. Gül bütün çiçeklerin anasıdır.
Korkmamak elde mi? El emeği halılar gibi güller diyarından gülde çıkıp gidebilir bir gün. Halbuki şehrin tüm benliğine, tüm kültürüne sinmeli, işlenmeliydi gül. Halı bu şehirde kültürün bir parçası olamayınca küsüp gitti uzaklara, şimdi sıra belki gül bahçelerinde. Giydiğimiz elbise gibi, içtiğimiz su gibi, yediğimiz aş gibi olmayınca olmuyor. Ha deyince olmuyor. Sahip çıkmayınca yok oluyor değerler. Bir şehrin kültürü kolay olmuyor. Olmayınca olmuyor.
Kimi zaman yorgun görüntü içerisinde, yoğun gürültü altında fark edemediğimiz tarihi yapılar. Kimi zaman tarihin izleri silinmiş, yerine yeni binalar dikilmiş şehirler.
Boğazın iki yakasına serpilmiş, adına şiirler yazılmış, denizi, tarihi, Yahya Kemal Beyatlı’nın deyimiyle ”Sade bir semtini sevmek bile ömre bedel” olan “Aziz İstanbul”. Kendine özgü, kökleri tarihin derinliklerinde, maneviyat kokulu İstanbul. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın deyimiyle “Nereye gidersen git, orada İstanbul”.
Anadolu’nun bağrında, bozkırların ortasında Hacı Bayram Veli’nin manevi sahipliğinde bir şehir Ankara. Tarihi dokusu ve sadeliği zamana yenik düşmüş olsa da devletin merkezi, ülkenin kalbi. Yoğun siyasi gündemin ve hantal bürokrasinin ağırlığı çökmüş şehrin üzerine. Ağır ve kasvetli bir görüntü var şehirde. Kozmopolit şehir, kozmopolit kültür, kozmopolit yaşam. Her noktasında bürokrasinin ağır izlerini taşıyan şehir.
Kordonuyla, daima güneşin batışını seyreder manzarasıyla İzmir. Kendine has kültürü ve denizin doğu kıyısına boylu boyunca serpilmiş evleriyle İzmir. Ağır tuzlu deniz kokusu ve imbat rüzgarının tatlı esintisi…
Yanı başımızda denize kucak açmış, sırtını toroslara yaslamış, efsaneler şehri, tarihin her ilçesine eşsiz güzellikler serpiştirdiği şehir Antalya. Denizin, güneşin ve kumsalların şehri. Uçsuz mavilikleri, yeşil dağların seyrettiği şehir.
Ve şehrimiz, göllerin, güllerin şehri Isparta. Bir zamanlar, halısıyla dillerde olan günümüzde sadece hediyelik minyatür haliyle kalan. Her evde bir halı tezgahının olduğu, genç kızların ve anaların hayallerini ilmik ilmik dokuduğu, şimdilerde Gökçay girişinde ki müzede gezerken bizi o günlere götüren halılar. El emeği, göz nuruyla dokunan ve zamana yenik düşüp kaybolan halılar ve onları dokuyanlar...
Daha çok kırsaldan göç alarak gelişen şehir, köklü gelenekleri olsa da, kendine özgü şehir kültürü olmayan, binalarında bile kırsal izler taşıyan şehir.
Gül ile bu kadar iç içe olup da şehre gülün etkisi işlememiş olması ne üzücü. Oysaki isimlere kadar etki eden gül, rengiyle, kokusuyla bambaşka ufuklar açmalıydı bu şehre.
Edebiyatta köklü bir yeri olan gül, Isparta’da sadece tarlalarda ve hediyelik eşya satan dükkanlarda kalması ne acı. Oysaki bülbülün yuvası, güllerin arasıdır. Gül bütün çiçeklerin anasıdır.
Korkmamak elde mi? El emeği halılar gibi güller diyarından gülde çıkıp gidebilir bir gün. Halbuki şehrin tüm benliğine, tüm kültürüne sinmeli, işlenmeliydi gül. Halı bu şehirde kültürün bir parçası olamayınca küsüp gitti uzaklara, şimdi sıra belki gül bahçelerinde. Giydiğimiz elbise gibi, içtiğimiz su gibi, yediğimiz aş gibi olmayınca olmuyor. Ha deyince olmuyor. Sahip çıkmayınca yok oluyor değerler. Bir şehrin kültürü kolay olmuyor. Olmayınca olmuyor.